ARKA BAHÇE

Güneş kızıl bir ateş topuna dönmüştü. Güne veda etmeye hazırlanıyor, ufukta yaprakları tutuşmuş, kırmızı bir gül gibi yavaş yavaş sönüyordu. Ertesi gün tekrar açacak, dünyayı aydınlatırken kıpkırmızı bakacaktı. Yorucu geçen, sıcak bir günün ardından akşamüstü hava, yeni yeni serinlemeye başlamıştı. İşten kalan yorgunluk, itiş kakış bedeninden çıkmak istiyordu. Asma yapraklarının örttüğü balkona atıverdi kendini. Ayaklarını yer yer boyalı paslı demirlerine dayadı. Sandalyesinde kaykılarak gözlerini kapadı. Havadaki tazeliğin hafifliğini hissediyordu. Gözlerini dinlendirirken, yanağına serin bir damla ulaştı, şıp diye… gözlerini açtığında elinde kıpkırmızı bir domates ile gülümseyerek, ona bakan oğlunun yuvarlak yüzünü gördü. Kocaman ısırılmış domatesten fışkıran damlayı elinin tersi ile yanağından silerken “n’apıyorsun?” der gibi baktı. Omuzlarını yukarı kaldırıp indirdi oğlu. Sanki, annesinin gözleriyle ona söylemek istediğini duymuş gibi. “Hiiç, domatesler çok güzeldi, dayanamadım,” dedi. Bir ısırık daha aldı. Annesinin gülümsediğini görünce boynuna sarıldı. Zaten hep sarılırdı. Onun için sevgiyi göstermenin en güzel, en kolay yoluydu bu.

Taze domates kokusu, Asya’yı çocukluğunun arka bahçesine götürdü. O günler, çocukluğun değerinin olmadığı günlerdi. Uzun ve sıcak yaz aylarında şakaklarından akan tere aldırmadan, bisiklete bindiği günleri hatırladı. Mahalle bakkalından aldığı leblebi tozu ile gazozu da… bakkal dükkanının hoş kokusu dolaştı burnunun ucunda. O zamanlar bakkalların, tuhafiyelerin, fotoğrafçıların kendine has bir kokusu vardı. Rutubetli bisküvi gibi… bir de gıcırdayan kirli, eskimiş döşemeleri…

İki kardeşten küçük olanıydı Asya. İsmi gibi kocaman bir coğrafya vardı içinde. Kendinden üç yaş büyük abisine ablalık yapardı her zaman. Aynı okulda farklı sınıflarda okumuşlardı. Ne zaman abisi okulda nöbet geçirse meraklı bakışları yararak abisinin yanına koşar, anne şefkatiyle onu kucaklar, etrafını saran meraklı gözlere sert bakışlarıyla “defolun” derdi. Abisini korumak adına cadılığı elden bırakmazdı. Hâlbuki o da çocuktu. Erken büyümek zorunda kalmış bir çocuk…

Kız çocuğu olduğunu gösteren tek şey; uzun, kıvırcık, kızıl saçlarıydı. Yalın ayak yürür, erik ağaçlarına ustalıkla tırmanır, erkek arkadaşlarıyla misket oynardı. Öyle bir bisiklet sürüşü vardı ki, sanki herkesin katıldığı bir yarıştaymış da, o yarışı kazanması gerekiyormuş gibi!

Ortaokul yıllarında birkaç ay abisiz kaldı. Yatılı okula gönderilen Yavuz’u çok özlüyordu. Abisi hasta ve sosyalleşmesi zor biriydi. Onu, düzelir ya da iyileşir ümidiyle yatılı okula vermişlerdi. Fakat durum hiç de beklenilen gibi olmamıştı. Dersleri iyi olmadığı gibi sosyalleşememiş, arkadaş da edinememişti. Yavuz da en yakın ve tek arkadaşını özlüyordu. Geceleri kız kardeşiyle fısır fısır yaptıkları konuşmaları, gülüşmeleri, hayalleri… Kartopunun yuvarlanarak büyümesi gibi kardeşine olan özlemi de günden güne büyüyordu içinde. Her gece ranzasında, yorganın altında gizli gizli ağlamaktan tükenmişti. Birbirinden uzaktaki iki küçük yürek, her gece dualarda buluşuyordu ve dilekleri kısa zamanda gerçekleşti. Daha fazla dayanamayan Yavuz okuldan kaçıp eve dönmüştü. Artık oraya dönmek istemediğini söylediğinde babası ona kızarken, Asya içten içe çok sevinmişti. Oğlunu ikna etmek için oldukça sert bir dil kullanan baba, dövmekle hatta aç bırakmakla tehdit etmişti ama amacına ulaşamamıştı. Bütün bunlar yaşanırken, koltuğun bir köşesine ilişmiş sessizce gözyaşlarını içine akıtan Yavuz, bir çare ararcasına önce annesine sonra kız kardeşine bakıyordu. Sanki sessizliği asırlara yayılıyordu.

Yatılı okulun hasta çocuğa iyi gelmediğini söyleyen annenin ısrarıyla baba ikna olmuştu sonunda. Babası, bari bir meslek edinsin diye; mahalledeki berbere çırak olarak, verdi onu. Elinde fırça ve kürekle insanların kesilen saçlarını toplama görevine alışmaya çalışıyordu. Bazen uzun uzun aynaya bakıyordu. Kalfaların tarakla ve makasla olan dansını izlerken heyecanlanıyordu. “Ben de bir gün böyle tıraş yapacağım” diye hayaller kuruyordu. Meslek edinmenin ne olduğunu bilmeden sevmişti orayı. Yeter ki yatılı okula gitmesindi! Ne olsa yapacaktı! Akşamları eline tutuşturulan birkaç liraya nasıl da seviniyordu. Her gün eve dönerken bir gazoz, bir de leblebi tozu alıyordu Hüseyin Bakkal’dan. Mavi boyalı demir bakkal kapısından çıkarken, elindekilere sahip olmanın mutluluğunu yaşıyordu. “Asya çok sevinecek çok…” Sürekli aynı cümleyi tekrar ederek, eve vardığında annesi küçük bir bebek misali oğlunu bağrına basıyordu. Bedenen ne kadar büyüse de o hâlâ küçüktü. Asya her akşam abisinin getirdiklerinden çok, onu gördüğüne seviniyordu. Leblebi tozunu birlikte yemeğe çalışmaları yeni oyunları olmuştu. Birer avuç dolusunu ağızlarına tıkıştırıp, sonrasında konuşmaya çalışırken, gülümseyen dudaklarının arasından fışkıran tozlara bakarak eğleniyorlar, aynı gazoz şişesinden ara sıra birer yudum içiyorlardı…

Gözlerini açtığında akşam olmuş, kucağına sinmişti. Asmanın dalına konan serçeye bakıp göz kırptı. Derin bir oh çekip arka bahçenin yorgunluğunu kaykıldığı sandalyede bırakıp, içeriye geçti, çocukluğundaki gibi yalın ayak… Kütüphaneye gidip bir kitap seçti. Hangi sahaftan ne zaman almıştı hatırlayamadı, üzerinde de pek durmadı. Diline bir türkü tünemiş, gerisini hatırlayamadan hep aynı yeri tekrar edip duruyordu. “Bana ne yazdan bahardan. Bana ne borandan, kardan… yolun sonu görünüyor…”

 

Belli ki gönül başka, göz başka bakıyordu şimdi. Ne gereği vardı arka bahçeye gitmenin?  Elindeki kitaba bakıyor, sayfalarını karıştırıyor, ama bir türlü ne okumak istediğine karar veremiyordu. Dakikalarca kitaplığın önünde oyalandı. Bir o kitabı aldı eline, bir diğerini. Hem okumak istiyor hem de istemiyordu… Kitaplığın ortasındaki çekmeceyi çekti. Biraz bakındı, parmaklarını dolaştırdı bir şey arar gibi. Kalemleri toparladı. Kutusunda karışmış pastel boyaları rengine göre sıraladı. Sonra yandaki çekmeceyi çekti. Dağılmış not defterlerini düzenledi. Zaten orada onlardan başka bir şey yoktu. Başına gelecekleri biliyormuşçasına son çekmeceyi çekti.  Bazı yerleri paslanmış tenekeden dikiş kutusunu usulca çıkarttı olduğu yerden. Pas kokusu muydu ciğerlerini delen?

Kutsal bir şey tutuyormuşçasına kucağında tuttu bir süre. Kutunun kapağını açmaya cesaret edemedi. Duvar dibinde üst üste sıralanmış minderlerin üzerine oturdu. Kutuyu hâlâ kucağında tutmaya devam ediyordu. Tırnaklarını kapağın kenarına taktı. Sağını solunu oynatarak açtı. Eskiden çikolata kutusuydu, sonra dikiş, sonra da eski fotoğrafların saklandığı bir kutu olmuştu. Çikolata kokusuyla teneke kokusu birbirine karışmış, yanına da arka bahçenin anılarını eklemişti…

Sırasıyla, her fotoğrafa uzun uzun baktı. Kiminde gülümsedi, kiminde de hüzünlendi. Çocukluğuna ait az fotoğraf vardı. Ama hepsi, şimdinin kalabalık fotoğraflarına çelme takardı. Son fotoğrafta Yavuz’un gözlerini gördü. Daima gülümsüyormuş gibi bakan kahverengi gözlerini… kirpiklerinin uzunluğuyla bakışlarına değişik anlamlar katan gözlerini… ele avuca sığmayan gülüşü, insanı içine çekiyor ve bir daha bırakmıyordu. Keşke hep orada kalabilselerdi… Aynı fotoğrafta kendisi de vardı. Yavuz’un çıraklık yaptığı berber dükkânının önünde çekilmişlerdi. Asya, üzerindeki eskimiş tulum ile ne kadar da komik görünüyordu. Hele bir de boyu kısa olmasına rağmen, abisinin omzuna koymaya çalıştığı kolu…O günü, fotoğrafı çekildikten sonrasını, hatırladı. Hatırlamaz olaydı…

O gün bisikletinin zinciri atmıştı yine, arka sokaktaki tamirciye ittirerek götürdü. Bir süre bekledi, sıra kendisine gelsin diye. Asya bisiklet tamircisinden bıkmıştı, bisiklet tamircisi de artık Asya’dan ve bisikletinden… Tamir işi bittikten sonra bisikletini deli gibi kullanmaya başlamıştı. Tam berberin olduğu sokağa dönecekti ki Yavuz ile karşılaşmıştı. Yüzünde boncuk boncuk terler, saçlarından buhar çıkıyordu. “Bir şey mi oldu?” diye sordu endişeyle. Yavuz, kardeşini görmüş olmanın sevinciyle derin bir oh çekip, “Hüseyin Bakkala gittim yok, postanenin arkasındaki Hafız Bakkala gittim orada da yok. Nerden bulacağım ben? Yardım et bana. Mutlaka bulmam lazım. Yoksa bana makasla tarağı vermeyeceklermiş,” derken nefes nefese kalmıştı. İki kolunu dizlerine dayayarak öksürmeye başladı. Asya ne olduğunu anlamadı. Ne aradığını da… “Ne arıyorsun, söyle bana hemen bulayım?” dedi. Yavuz’un verdiği cevapla çılgına dönmüştü. Ona belli etmemeye çalışarak bisikletinden indi. Abisine verdi. “Ben nerede olduğunu biliyorum. Sen burada beni bekle tamam mı? Çok yorulmuşsun azıcık dinlen. Ben hemen alıp geliyorum,” dedi ve Yavuz’un yanından hızla ayrıldı. Yavuz’un bisikleti tutacak gücü yoktu, onu yere bıraktı. Direğin dibindeki kocaman taşın üzerine oturup sırtını yasladı. Asya nasıl olsa bulacak, söz verdi mi yapar, diye düşünüp rahatlamıştı.

Berberin önündeki tahta sandalyelere oturan kalfalar, ellerindeki oraleti yudumluyorlardı. Bir yanda da kahkaha atarak eğlenirken, Asya tam karşılarına geçti. Yüzünde kocaman gülümsemesi, gözlerinde ateş vardı. “Hey Kadir, Kenan…”diye seslendi. Kahkahaları yarıda kalan kalfalar, Asya’ya baktı. “Ne var?” diye sordu Kenan. Ellerini tulumunun cebinde tutan Asya cevap verdi. “Davul tozu ile minare gölgesi istiyormuşsunuz. Onları getirdim,” dedikten sonra her iki cebinden çıkarttığı elma büyüklüğündeki taşları berberin camından içeriye fırlattı. Büyük bir şangırtı duyuldu. Sokaktaki tüm esnaf kendilerini dükkânlarından dışarıya attı. Kalfaların kahkahaları aynı oranda öfkeye dönüştü. Asya’nın üzerine yürüdüler, araya giren esnaf sayesinde kıza bir şey yapamadılar. Asya taşları attıktan sonra kaçmak yerine öylece durup onların çaresizliklerini izledi. Kahkaha atma sırası şimdi ondaydı…

Hiçbir şey olmamış gibi sakinliğini koruyarak, Yavuz’un yanına gitti. “İstedikleri şeyleri buldum ve verdim, sen merak etme. Bugün izinliymişsin, hadi eve gidelim,” dedi. Yavuz, uzun yıllar izinli kaldı. Asya ile geçirdiği her dakikada çok mutluydu. Hiç sevgilisi olmamıştı. Bir kızı dudaklarından öpmemişti. Sarılamamıştı. Sevişememişti. Okulu da bitirememişti. Meslek de edinememişti. Ama çok güzel bir insan olmuştu, çok güzel bir arkadaş olmuştu, çok güzel bir kardeş olmuştu.

Bir sabah uyandıklarında Yavuz, gece geçirdiği nöbet sonrasında ebediyete kadar izinli kaldı… melekler, Yavuz’u billur taht ile taşıdılar, yeni mekânına…

Asya, oturduğu minderin üstünden yere kaydı, odanın duvarlarından biri sanki yine üstüne yıkılmıştı. Bir çıplaklık hissediyordu yeniden, aynı yıllar öncesinde yaşadığı gibi. Vücudunun bir parçası gibi olan abisinin, birdenbire hiç olmamasına inanmak ne kadar da zordu. Hıçkırıkları, gözyaşları, kahırlar gelmişti arka bahçeden. Git demeyle de gitmiyorlardı ki…

 

(öykü yarışması için yazılmıştı. 2020)

Menü