SÜLEYMANİYE

Sabaha karşı taşlı yolda yürüyordum. İçim sıkılmış, ruhum daralmış, kendimi sokağa atmıştım. Nereye gideceğimi bilmeden sadece yürüyordum.

Hafiften yağmur yağmaya başladı. Yüzüme yüzüme vuruyor, ama aldırış etmiyorum hatta çok sonra fark ettim yağmuru. Ne zaman bu durumu yaşasam kendimi Süleymaniye’nin avlusunda buluyorum.

Bugün yine aynı yerdeyim. Ayakkabılarımı caminin girişindeki soğuk mermerde bıraktım. İçeriye girdim. Görkemli kubbenin tam altında durdum. Başımı yukarıya kaldırdım. Gökyüzünden sarkan onlarca kandil, bulunduğum yerle beraber ruhumu da aydınlatıyor. Cami boş, kimse yok. Sessizliğin asaletini hissediyorum. Benden ve içimdeki sesten başka kimse yok. Zihinden mi, ağızdan mı bilemediğim bir dua dilimde. Sanırım sesli dua ediyorum. Dalga dalga duvarlara çarpıp bana geri dönüyor duam. Caminin kusursuz akustiğine kaptırıyorum kendimi.

Sinan’ı düşündüm yine.

Ortadaki direklerden birine yaslandım. Duvarın soğukluğu sırtıma geçti sanki. Hafiften irkildim. Yanımda bir ses, belki de iç sesim. Bilemedim…

“Hoş geldin evlat,” dedi biri.

Zihnim benimle oynuyor mu, yoksa Sinan mı geldi? Kırmızı halının üzerinde biri geziniyor.  Tam karşıma geçip bağdaş kurdu. Elinde kocaman beyaz bir tabak. İçinde yeşilleri zümrüt, morları ametist, kırmızıları yakut olan mis kokulu üzümlerden var.

“ Al evlat, bunlardan yemelisin. Sana şifa olacak,” dedi.

Aldım, mis kokuyordu. Önce yeşilden, sonra mordan, sonra kırmızıdan tek tek yedim. Dilimde ve ruhumda ne güzel bir his bıraktı. Yüzüme renk geldi sanki.

Etrafa baktım yok, telaşla ayağa kalktım, camiyi dört döndüm. Sinan yok. Göz kırpmasında kayboldu. Yine hüzün girdi içime. Seslendim…

“Sinan, Sinan, üstat neredesin?”

Biri tuttu kolumdan, dürttü. Gözümü açtım ki, annem karşımda.

“Oğlum, yine mi Mimar Sinan…”

Uyandım. Dilimde üzüm tadı, burnumda mis kokusu, kalbim de yine Sinan.

 

 

 

Menü