KİBRİT ALEVİ

Gökyüzü, hiçbir yerden benim penceremden göründüğü kadar kederli görülmemiştir. Bu, belki içimde büyüyen, beni teslim alan yalnızlığın bir yansımasıdır. Her gece penceremden gökyüzüne bakarım, yalnızca geceleri gökyüzüne baktığımda ruhumdaki benliğe büründüğüme inanıyorum. Diğer zamanlarda hiçbir zaman kendim değilim. Daha doğrusu izin vermediler, olamadım. Bahsettiğim anlarda tamamen başkalarının istediği biriyim ve onları mutlu etmek için bu dünyaya geldiğime inanarak yaşıyorum. Özellikle aynı yatağı paylaştığım, ruhuma ve duygularıma asla sahip olmamış olsa da evlendiğimiz günden beri bedenime sahip olan, uykusuz geceleri bana hayat diye sunan adamın yaşamını ruhuma yamalı bir elbise giyer gibi uydurmaya çalışıyorum. Sonrasında çocuklarım…

Bir annenin çocuklarını mutlu etmek için savaşması ve yüreğinde yeşeren sevgiyi gece gündüz onlara vermesinden daha güzel ne olabilir? Mutsuz bir anne, onca mutsuzluğa rağmen bunu nasıl yapabiliyor ben de şaşıyorum. Bir annenin, mutlu etmek kadar mutlu olmaya da ihtiyacı vardır oysa. Fakat bunu çocuklarından ve etrafındaki insanlardan ziyade önce eşinin görmesi gerekir. Anneliğin verdiği mutluluk dışında gerçek manada hiç mutlu olduğumu anımsamıyorum. Oysa ben de tüm kadınlar gibi her gece sevgiden düşlerle yıkanmış bir uykuya teslim olmak ve her sabah aşkın vuslatına söken bir şafakta uyanmak istiyorum. Uykuyu unutan gözlerimde ruhuma dolan karanlığın ıslak kederi birikiyor her gece.

Gece olmasa, penceremden gökyüzüne bakmasam bunları bile düşünemem, o kadar yabancıyım kendime… “neden?” diyorum, “ben olma hakkını kim aldı elimden?” Yüreğime sığmayan hislerim, renkten renge boyadığım hayallerim nerede? Kadınlığımı, kendisine sorulmadan dalından koparılan çiçeklerin çaresizliğiyle içimdeki benlikle söküp alan adamın, vahşi bedeninin azgın tutkularını, sürülen bir toprağın parçalanışı gibi yaşamaktan ziyade o bedeninin azgın fırtınasının vücudumda her son buluşunda biraz daha kaybettim. Belki yaprakların dökülmeye başladığı bir eylül sabahında karşılaşırım kaybettiklerimle…

Gece mi daha şefkatli, sözcükler mi bilmiyorum. Beni ikisinden başka anlayan kimse yok. Her gece penceremden gökyüzünün sonsuz karanlığına baktığımda, tarif edilmez bir yazma tutkusuna teslim oluyorum. Odamda uyuyan adamın horlamasının boğduğu yalnızlığımın sisinde, korkak elimdeki kalem büyük bir cesaretle ilerliyor beyaz kâğıdın üstünde. İşte o zaman ben oluyor, küflenmiş hislerimi teslim ediyorum sözcüklere. Akar suya bırakılan kâğıttan gemiler gibi dökülüyorlar kalemimin ucundan sonsuzluğa…

Ölmek nefessiz kalmak değil, hevessiz kalmakmış. Bunu da hayatımı işgal eden adamdan öğrendim. Evliliğimizin ilk yıllarında mutlu olmayı öğrenmek için her şeyi yaptım oysa. Yakın çevremde tanıdığım kadınlardan ne gördümse, onlar ne söylediyse, hatta filmlerde gördüğüm, mutlu olduğuna inandığım kadınlar gibi olmaya çalıştım. Olmadı. Ne yapsam mutlu olmayı öğrenemedim. Her şeyimi verdiğim adamı her sabah işe gönderirken ondan sıcak bir gülümseme bekledim. Yanağıma konduracağı masum bir öpücük yerine akşama yapacağım yemek siparişini aldım her defasında. Bütün günümü o ne istediyse, en güzelini yapabilmek için harcadım. Evde ona ait eşyalara bile büyük bir saygıyla yaklaşıp, hiçbirini onun istemediği bir yere koymadım. Akşam onu kapıda en güzel kıyafetlerimle, ışık dolu gözlerle, dudaklarımdan taşan gülümsememle karşılasam da bir gün olsun bunları görmedi. “Hoş geldin.” dediğimde “karnım aç,” ya da “çok yorgunum,” dedi. Her defasında büyük bir özenle yaptığım yemekleri bir gün olsun beğenip “eline sağlık,” demedi. Neymiş, annesi gibi yapamıyormuşum. Bütün erkekler aynı olamaz, benim babam hiç böyle bir adam değildi. Sonra anladım ki, ben asla onun hayatını paylaştığı kadın olamayacağım. Onun istediklerini yapmam için evlenmiş benimle. Karısından ziyade ihtiyaç anında kullanılmak için alınmış bir eşya gibi hissettim kendimi. Bu düşünce canımı çok yaktı. Cam kırıklarını yutmaktan zordu bunu bilerek susmak. Kadın olmak bu muydu? Bunun için mi büyük heveslerle, hayaller kurarak, benliğini veriyordu genç kızlar? Mutsuz insan yığınına dönüşüyor hızla toplum, küçücük bir kartopunun hızla büyüyerek kocaman bir çığa dönüşmesi gibi artıyor mutsuz insanlar. Yazdıklarımı okuyorum ve kendime şu soruyu soruyorum “kim okuyup anlayacak bu yazdıklarımı?” bu kadar zor mu kadını anlamak?

Pencereyi açmaya korkuyorum. Açsam, sanki gecenin gözleri gibi gökyüzünün sonsuzluğunu dolduran karanlık ruhuma dolacak. Oysa ruhumdaki var olan karanlığın şafağa, sabaha ihtiyacı var. Hangi ışık yüreğimdeki karanlığın sabahını aydınlatacak? Dünyanın sabahı olacak birazdan, şafak çizgisi yırtıyor geceyi usul usul büyüyen yalımlarla. Umudum yine sahipsiz, kadın yüreğim yine karanlıkta kaldı. Hangi şiddet, duygusal boşluk kadar canını yakabilir kadının? İçerden küçük oğlumun sesi dolduruyor odanın iğreti karanlığını “anne, susadım.” Yüreğimde bir ışık yanıyor. Bir koşu oğluma su içirip geliyorum. Bir anne için yavrusundan daha sonsuz, daha güçlü bir ışık var mıdır? Kâinatta hiçbir kadın yenilmedi aslında erkeğe. Çünkü annelik, alınan verilen bir şey değil.

İyi bir evlilik, farklı özelliğe sahip iki insanın, sahip olduğu değerleri aynı amaç için kullanmasıyla mümkün olur. Şehvetli bir bedenin ruha salgıladığı zehri, yaşayacağı hazdan başka hiçbir şeyin dizginlemesi mümkün değildir. Azgın eller taze genç kız bedenlerinde şehvetlerini doyuma ulaştırdıkça, kadının yüreğindeki vaveyla dudağında mühürlü kalacak. Kadını kadın anlayacak, nemli bir bakışın sessiz hıçkırığında. Günaha batan bir dünyada, tertemiz kız çocukları doğuracak günah kuyusu gibi görünen kadının rahmi, en güzel çiçekleri açacak. Erkeğin doymak bilmez şehveti, ona sahip olmak için birbiriyle yarışacak. Güneş dünyayı terk etmedikçe, kadının içinde taşıdığı karanlığı bilmeyen erkeğin vücudundan fışkıran günah, kirletecek kadının sevgisini. Hiçbir yağmur temizlemeyecek erkeğin günahının paslı kirlerini. Bunca kırgınlığa rağmen, her kırıldığı yerden sevgi filizlendiren kadın; dünyayı gülümsemen kurtaracak, kırları dolduran taze çiçekler gibi. Geceyi gözlerindeki umut aydınlatacak, sayısı milyonları aşan yıldızlara inat. Saçlarında iyot kokulu rüzgârlar esecek… Birbirinden habersiz her gece penceresinden gökyüzüne bakan kadınların ruhlarının yalnızlığı birleşecek, dünyayı, hatta uzayın kara deliğini dolduracak. İşte o zaman erkeğin hegemonyası lanetlenecek! Kadının saçının bir telinin çilesini, erkek ömrünü verse ödeyemeyeceğini öğrenecek. Yağmur gökyüzünün ağıdı değil, kadının doğurganlığının ve bereketin habercisi olduğunu söyleyecek dünyaya. Acı çektirmeyi değil, acıyı öğrenecek erkek, yürekte nasıl taşınır! Ve utanmayı… binlerce yıldır kadına ettiği zulümlerden utanacak…

Her gecenin sonunda kederli adımlarıyla sürüklenerek gelen sabahın ilk ışıklarını gördüğümde yorgun gözlerle kısacık uykuma dalıyorum, umut vaad eden hayallerime sessizce veda ederek. Kirpiklerimin kısacık kavuşma anında bir şiir yazılacak, uykumun en kısa ve en derin haliyle düşlerimde. Kesilen bir damardan akan sımsıcak kan gibi. Birbiri üstüne yığılı çuvalları andıran yorgun gövdem kısacık uykusundan, küçük tanrımın gök gürültüsünü andıran haykırmasıyla, irkilerek uyanacak birazdan. Çürümüş bir meyvenin dalından düşmesi gibi dökülecek hayallerim ruhumun gergefine, can kırıklarım yine paramparça dağılacak…

Erkeğin heveslerini doyurmak için ıhdırılmış kadının yesir hayatı, kibrit alevi gibi titreyerek sönecek, cinayetlerin, tecavüzlerin, şiddetin azgın doruklarında. Oysa bu alev değil miydi erkeğin yüreğini yanar dağlar gibi bir aşkla yakan? Yeryüzünün en naif, zarif varlığına reva mıydı bu yazgı? Kalbine girdiği erkeğin gecesine doğan ay değil miydi kadın…

RAMAZAN OLGUN

Menü