Akçaova’da Bir Liseli

 

Liseyi bitirmiş çiçeği burnunda bir mezundum artık. Son iki yıl boyunca okulum hiç umrumda değildi. Varsa yoksa kamyon ve kepçe kullanmaya heves ediyordum. Yaşım henüz 16 ama profesyonel kamyon şoförü olmuştum. Kamyon koltuğuna oturduğum lise birinci sınıf sonrası okulumu artık boşlamıştım. Çok hevesliydim ve kocaman kamyonla E5 karayolunda cirit atıyordum. Bazen okuluma bile kamyonla gelip arkadaşlarla tur atıyorduk. Hele son senemde babam Almanya’ya gezmeye gitmiş, ben kademe atlamış, okula kartal taksiyle gidip geliyordum…

Bazı zamanlarda kepçe kullanmak için limana gidiyordum. O yıllar limanlarda gemi boşaltma işi yapıyor, kontak kapatmadan günlerce çalışıyorduk. Abdurrahman Çelebi misali bazen bana ihtiyaç olunca, okul yerine limana destek kuvvet olarak giderdim.

Bir an önce okuldan kurtulup iş hayatına başlamalıydım. Bu koşuşturmalarla birlikte işimizi de takip ediyordum çocuk aklımla…

Yaz tatili gelmiş Kandıra’nın Akçaova kasabasında kepçemizle yeni bir iş ortamına girmiştik. Akçaova, Kandıra’dan ilerde Ağva istikametinde, etrafını irili ufaklı köyler çevirmiş şirin bir kasaba… İlk olarak babam ve kepçe operatörümüz Dilaver ile gelmiştim buraya. Köy meydanına girişte sağda bir kaç merdivenli gençlik berberi, hemen yanında Hayri Aga’nın lokantası, uzantısında sıralı iki market…

Hayri Aga’nın lokantasında yemek yemeğe bayılırdım. Hayri Aga “seksenler” dizisindeki pastaneci gibi tombul, önlüklü ve güler yüzlüydü. Palamut balığının yarım halini pişmiş olarak yemek, yanında doğal manda yoğurdu enfes gelirdi bana. Hayri Aga manda yoğurdunun katı ve dökülmemesini ispat edercesine servisinde her zaman havada ters düz hareketlerle çevirerek getirirdi soframıza…

Marketlerden ikinci sırada olan Ünal amcanındı; oğlu Taner ile kısa süre sonra maceralı dostluğumuz olmuştu. Ah Taner! Gece 02:00 civarı Deliveli Köyü’ne kahve içmeye gitmiştik. Gitmiştik ama nasıl dönmüştük Taner bile hatırlamıyordu…

Köye girdikten sonra solda bir köy kahvesi vardı ve yol karşıya doğru Teksen istikametine gidiyordu… Teksen’e doğru dönünce solda sevgili arkadaşım Ersel’in marketi vardı. Ah Ersel ah… Bu dünyadan erken göçtün ve o güleç yüzünle aklımızdasın halen daha… Amma da dinlerdik Ağva sahillerinde “o ağacın altını şimdi hatırlar mısın…”

Anayol ise o sapağa girmeden hafif sağa doğru Ağva yönünde kıvrılarak devam ediyor. Meydanın solunda bir iki basamaklı büyük köy kahvesi ve bitişiği Ptt santrali. Seksenli yılların sonundayız ve buralarda henüz telefon yoktu. Evinde telefonu olanlar bu acentayı arıyor ve Akıncı köyünden kısa boylu, kırmızı yüzlü, tombul postacı amca istenilen numaraya bağlıyordu telefonları…

Az ilerisi Ali abinin işlettiği bir kahve ile aralarında bir de berber vardı. Kahvelerden sonra bir lokanta daha. Bu işletmelerin hepsi koyun koyuna sokulmuş toplasan otuz kırk metrelik mesafeyi dolduruyorlar.

Yaptığımız iş arazide toprakla olduğu için yağmur yağınca işe ara verirdik. Çamurda çalışma yapamaz havanın açmasını beklerdik.
Yaz yağmuru biteli bir kaç gün olmuş ve o gün Akçaova’ya (taş ocağında) çalışabiliriz diye gelmiştik. İbrahim Bayhan isminde bir adamla Ali abinin kahvede buluştuk. İbrahim amca esmer, iri yapılı, kısa ve net konuşan sert mizaçlı birisiydi. İlk etapta garipsemiştim ama sonraları iyi anlaşır olmuştuk. Babam bizi İbrahim amcaya teslim edip, Derince’ye dönmüştü. Zaten yapacak bir işi de yoktu babamın.

Biz çalıştığımız köylülerin evinde kalırdık. “Çalıştığımız köylü” derken hepsi birer işverendi ve taş kesme atölyesi olan işletme sahibiydiler. Sabahları erkenden uyanır, traktörle köyün arka tarafındaki büyük vadide bulunan taş ocağına geçerdik ve kepçeyle toprak altındaki blok kayaları gün yüzüne çıkarırdık. Bu bölgeye has bir taş çıkıyor toprak altından. Toprağın belli bir mesafesinden sonra düz bir tabaka şeklinde taş madeni. Bu kehribar sarısı taşlar topraktan ilk çıktığında yumuşacık olur, açık havada durdukça sertleşirdi. Bu mükemmel taş o yıllarda yazlık villaların bahçe duvarlarında kaplama, bina içlerinde şömine, bazı yerlerde cami minare taşı olarak ekonomiye katkı sağlıyordu. Biz kepçemizle bu taşı çıkarıp traktörlere yüklerdik. Köylüler de taş kesme atölyelerine nakliye yapar, bu yumuşak taşı odun biçer gibi testerelerde parke şeklinde keserlerdi. Bu mübarek taş Akçaova, Akıncı Köyü ve Çerçilli Köylerine ekonomik olarak çok katkı sağlıyordu. Yazarken Akçaova’nın tarifini uzattım belki ama az bile, çünkü bu bölge ilerleyen tarihlerde baraj altında kalabilir.

İbrahim amca, Dilaver ve ben düştük köy yoluna. Namı diğer Hatıplar köyü(Akıncı) Akçaova’nın Kandıra tarafı çıkışında, büyük mezarlığa gelmeden soldaki sapaktan içeri girdik. Köye gelmeden sol tarafta bahçe içinde Mehmet Akıncı abimizin evi ile yanı başındaki taş kaplı köy çeşmesi bize “hoş geldiniz” der gibiydiler. Bu köy çeşmesi bana Ferdi’nin “susadım çeşmeye…” parçasını hatırlatırdı. Düzlük bittikten sonra hafif bir rampa şeklinde köye giriş yapılıyordu. Köye girmeden sağda İbrahim amcanın taş kesme atölyesine uğradık.

Atölyeden çıktık, köy girişindeki mezarlık bizi karşıladı. Yol çatallaşıyor sol taraf köy içine meydana gidiyordu. Biz sağdan eski taş döşenmiş yolu yukarıya doğru takip ettik. Sağlı sollu taş duvarlarla çevrili bahçelerden geçtik. Az ilerde yol tekrar sağa ve sola şeklinde önümüzü kesti. Sol taraf köyün üst başındaki yol olarak devam ediyordu. Yolun devamı soldaki köy camiisini geçince harika taş kaplamalı çeşme gürül gürül merhaba diyordu bize. Bu çeşme yazın buz gibi kışın ise sıcak akar, şifalı diye kana kana içerdim. Ceşme buydu işte…

Biz sağdan yukarı sürdük traktörümüzü. İbrahim amcanın evinden yukarı doğru taşlı yollardan yayla şeklinde düzlüğe vardık. Sol tarafımız fındıklıklar sağ tarafımız ise geniş bir arazi yayılıyordu. Arazinin ilerleyen kısmında yol kenarı birikinti gölü sakince yatıyor gibiydi. Hiç unutman karlı bir kış günü avladığı ördeği sudan almak için yüzen bir avcı arkadaşımı görmüştüm. Diz boyu karda çıplak olarak gölde yüzen kişiyi görünce gözlerimi ovuşturup tekrar bakmıştım. Yanılmıyorsam bu kahraman avcı Ramazan’dı. Meşe ve taflan ağaçlarıyla dolu orman içlerine daldık. Traktörümüzle taş çıkartacağımız sağa doğru dik yamaçlı araziye gelmiştik. Anlaşılan o ki bu Aladağ’da arazisi olan herkes toprak altındaki bu taş madenini çıkartarak para kazanıyorlardı.

Akşam olmuş Akıncı Köyünde İbrahim abinin evine geçmiştik. Kerpiç, toprak ve ahşap karışımı dubleks tarzı eski bir köy eviydi. İç dizaynı harikaydı, girişte mutfak karşılıyordu bizi; etrafta kap kacak için terekler, sağda solda büyük toprak küpler vardı ve zemin ince halıyla kaplıydı. Merdivenle ikinci kata bir meydana çıkıyorsun, karşımızda sıralı oda kapıları. Aile fertlerine ait yatak odaları, misafir odası vs tipik bir bölge konağı gibi. Hemen bitişiği ahır olduğu için kendine has bir köy kokusu, konağın içini kaplamıştı. İlk etapta yoğun hissetiğim bu kokunun daha sonra farkına bile varmamıştım. Bize tahsis edilen odanın otantik bir havası var, içinde ebeveyn banyosu ile dikkatimi çekiyor. Yarım asırlık bu konakta ayrı banyolu oda ilk defa görmüş ve hayran kalmıştım.

Hacı Bayram amca bizi karşıladı eve gelince. İbrahim amcanın babası, beyaz uzun sakallı, iri cüsseli ve o cüsseye layık kalın ses tonuyla Osmanlı Paşası gibiydi. Oturması kalkmasından bilge birisi olduğu belliydi. Herkes etrafında pervane, hele o asabi İbrahim amca suspus olmuş, hepimiz hazır kıtaydık karşısında. Torunu Ahmet’in gün içindeki haylazlığı bitmiş, evin büyük kızı Kezban ise şef garson gibi pervane oluyordu…

Benim köye hayranlığım ertesi gün bitmiş şehirde yaşayan biri olarak çok canım sıkılmaya başlamıştı. Nereden düştüm bu dağ başına ve küçük köye… Ahmet, can sıkıntımızı gidermek için akşamları Dilaver ile beni Kandıra’ya gezmeye götürüyor, Kezban abla hizmette kusur etmiyordu. Ama ben yine de uflayıp pufluyordum. Halbuki hane halkı bu küçük lise talebesi ve operatörü üzülmesin diye hizmette kusursuz davranıyorlardı. Şu an ne kadar dua etsem yerini tutmaz, biliyorum. Derince özlemiyle yanıyordum, Kandıra ilçeyi gezmek kesmiyordu beni. Fakat her şeyin doğal olduğu bu manav köylerine çok çabuk alışmıştım. Aradan geçen haftalar sonra bırak Kandıra’yı Akıncı Köyü bile bana fazla fazla keyif vermeye başlamıştı.

Akıncı köy meydanı günümüzde bile çok sevimli geliyor bana. Tam göbekte Adem amcanın işlettiği köy kahvesi ikindi namazından kalabalıklaşmaya başlardı. Tarladan gelenler, taş atölyelerinden paydos edenler ve günün özetini dinlemek için kahveye gelen ihtiyar heyeti. Gençler, o an hangi yaşlı varsa etrafında toplanır; eski maceraları dinlerlerdi.

Aklıma Uzun İbraam amcanın hikâyeleri geliyor. Zayıf, uzun boylu, ince derin kıvrımlı yüzüyle gülerek ve nüktedan anlatırdı maceralarını. Bir hatırasını anlatırken cigarısını keyifle çeker, arada bir ağzına tütün geliyormuşcasına hafif tükürerek olayları tekrar yaşar gibiydi. Oğlu Hayati yanı başında tastiklerdi babasının hikâyelerini. Hayati de babası gibi uzun boyluydu ve o da konuşmaktan, anlatmaktan zevk alırdı. Kahvenin olmazsa olmazı Rahmi, 240ferguson traktörüyle seri bir şekilde gelir o tombul cüssesiyle bir çırpıda aşağı atlayarak kahvede yerini alırdı. Rahmi her zaman güler yüzlüydü ve anlatılan her şeye kahkaha atar köy kahvesini inletirdi. Kahveyi işleten Adem amca pek konuşmaz gözlüklerinin arkasındaki gözleri her zaman tebessüm halinde milleti dinler, usul usul çay servisi yapardı masalara… Eskiden “Hatıplar” olan köyün yeni ismi Akıncı olmuş, aslında “Güleryüz Köyü” olmalıymış.

Bu mütevazı köy kahvesinde ben misafirdim ve çok hürmet görüyordum. Misafire böyle hürmet çok hoşuma gidiyordu. Köy kahvesi dediysek gençler pek oyun oynamaz büyüklere saygıdan bol kahkahalı sohbet ederlerdi. En çok takdir ettiğim bir konu da perşembe akşamları tavla bile oynanmazdı. Ertesi gün cuma olduğu için tüm erkekler şık giyinerek Akçaova’ya cumaya giderlerdi.
Tamam artık ben buralı olmuştum, Derince hiç umrumda değildi. Buradaki düğünleri takip ediyor, eğlenceleri kaçırmıyordum. Hatta bayram gezmelerine bile Akçaova’ya geliyordum Derince’den.

Bayramlar bu bölgede pek şenlikli olurdu. Bayram gezmeleri adı altında civarda belirlenen köylerde gençler toplanırdı. Bir gün Çerçilli’de, bir gün Selametli’de; bir gün de Teksen ve Akçaova’da buluşulurdu. Bayrama civar köylerden gelenler, hatırının geçtiği evlere kurulu sofralarda yemeklerini yer ve kızlı erkekli köy içlerinde volta atarlardı.

Her gün farklı bir köydeyiz ve kızlar kol kola dolaşıyor bizler de gruplar halinde yan yana geçişiyorduk. Bakışmalar, gülüşmeler toy kalbimizin hızlı çarpmasına sebep oluyordu. Uzun köy yolunda yürüyorsun ve karşıdan gelen cicili bicili kızlarla bakışıyorsun; yanaklar kızarıyor, gözler uzun temastan kaçırılıyordu. O yaşta inanılmaz bir haz…

Bağımsız ve hür bir delikanlı daha ne isterdi? Kepçemiz çalışıyor, para sorunum yok ve yeni çıkan Tekel2000 sigarasını özgürce tüttürüyordum. Tekel2000 sigarası ilk çıktığı yıllar piyasaya yetişmiyordu. Amerikan sigaralarının çok canı sıkılmıştı Tekel’in bu ürünlerine. Haliyle o zamanlar Tekel bizim yerli şirketlerimizin başında geliyordu. Tüm bu güzelliklerin içinde Yavuz daha gider mi Derince’ye?

Gündüz Aladağ vadisinin içlerindeki taflan ormanında taş söküyor, akşamları ise köy kahvesinde laklak yaparak günleri geçiriyorduk. Bazı akşamlar çümbüşler yapardık. Akıncı köyünden Erol harika sanat müziği okurdu. Düğün ve eğlencelere Ağva tarafından çalgı ekibi gelir, bizler de bu ekiple coşardık…

Nadiren de olsa blok taşları kamyona yükleyip İstanbul’a hammadde olarak götürüyordum. Taş ocağı sahibinin ham taşının nakliyesini yapıyordum… Yine bir gün İstanbul Pendik sahilinde bir taş atölyesine nakliye işi çıktı. Akşamüstü kamyona taşı yükledik ve yola koyulduk. Yoldaşlarım vardı, Hayati, Rahmi ve muhtar Adem’in oğlu Erdoğan benimle Pendik’e kadar gelmek istediler. Kamyonla akşam vakti rampalı ve keskin virajlı yollardan İzmit’e doğru ilerlerken gırgır şamata had safhadaydı. Hayati ve Rahmi’de hikâye bitmezdi ki…

İzmit üçyol mevkiine gelmeden Turan Güneş caddesinde kamyonun arka tekerleği gümledi ve olduğu yere çöktü. Vakit gece yarısına gelmiş ve yapacak bir şey yoktu. Az ilerde polis karakol noktasının yanlarında taksi durağı vardı ve taksiyle Derince’ye evimize geçelim dedik. Sabah ola hayrola misali dört kafadar gecenin sessizliğinde cadde boyu taksi durağına doğru yürümeye başladık. Üçyol karakola gelmeden karşıdan iki kişi yan yan bize doğru geliyordu. “Eyvah! çattık belaya” dedim. Ve öyle de oldu: “Ateşiniz var mı gençler?” dedi birisi. “Yok birader” dedim, kendimce “Yürüyün gidin” misali… “Hadi beyler yürüyelim yolumuza” dedim ve bir iki adım geride kaldım. İçlerinden uzun boylu olanı ayağıyla benim yüzüme harika bir tekme savurdu. Tam isabet ettirmişti ama şiddeti hafifti. Ben yine de yere düştüm. Düştükten sonra önümdekiler kaçmaya ve saldırganlar da kovalamaya başladı. O sırada Hayati birisiyle dalaşıyordu. Hayati herifin elinden kama tarzı bıçağı gasbetmiş ve biraz hırpaladıktan sonra yoluna koyulmuştu. Garip olan da yirmi otuz metre ilerde polis memuru bizi izliyordu. Bağırışlar çağırışlar bitmiş cadde sessizliğe bürünmüştü. Polis memurunun yanına gittim, milleti sordum. “İki kişi şu tarafa, bir kişi bu tarafa gitti” diye tarif etti cengaver polis memuru… İlerdeki taksi durağına giderken Hayati çıkageldi. Bir müddet sağa sola bakıştık ama Rahmi ve Erdoğan’ı bulamadık. Gülsek mi ağlasak mı bilemedik, bi bindik taksiye geldik Derince’ye.

Sabah işimizi yoluna koyduk ve iki kişi olarak Pendik istikametine doğru direksiyon salladık. Köye döndükten sonra öğrendik ki bu iki kafadar da belli bir süre bir mekânda soluklanmışlar ve taksi durağının orada bizi bulamayınca kendi yollarına gitmişler… Akıncı Köyüne bugün bile gidince bu hatıramızı anlatır tekrar tekrar güleriz.

16 yaşında toy bir genç olarak geldiğim bu memlekette acısıyla tatlısıyla askerlik çağıma kadar çalışmıştım. Akçaova ve Akıncı Köylerinde üretim yapan bu çalışkan köylülerimizle hoş anılar biriktirdik. Halen daha yolum düşer ve eskileri yad ederiz. Sohbetine denk geldiğin bir grup eğer dombay sürülerinden bahsediyor, birbirlerine “aganin” “dayının” diye hitap ediyorlarsa anla ki onlar manavdır ve Kandıralıdır…

Bu yazımda ismi geçen ölenlere Allah’tan rahmet dilerim. Hayata ilk atıldığım yıllarda bana katlanan köy halkına çok teşekkür eder; evinde misafir eden, ekmeğini, mancarlı pidesini ve odununu paylaşan tüm annelerimin ellerinden öperim…

Kandıra köylerine ilk geldiğim yıllarda yöresel ekmek ve mancarlı pideler çok ilgimi çekmişti. Köylerde kadınlar ortak kullandıkları fırını yakarlar, ateş yanan fırında önce mancarlı pideler pişerdi. Daha sonra fırına köy ekmeklerini yerleştirip pişmesi için fırın ağzı kapatılıp beklerlerdi. Köyde pişen mancarlı pide ve sıcak ekmelerden payıma düşeni ayıran teyzelerim vardı. Bu ekmekler uzun ömürlü olup sofraya ince büyük dilimler halinde konulurdu. Önceleri garipsediğim bu ekmekler doğallıkta ve doruculukta bir numaradırlar.

Siz siz olun yolunuz bu manav köylerine düşer, yanan bir fırın görürseniz selam veriniz. Gönlü zengin manav kadınları size mutlaka sıcak mancarlı pidelerden ikram edeceklerdir…

Menü