ALMANCIYDIK BİZ
Gece yarısı olmadan Derince’den yola çıkmıştık. Babam Almanya’dan izine geliyordu ve uçağı sabaha karşı Yeşilköy Havaalanına inecekti. Çenedere Mahallesinden yola çıkıp bu ışıl ışıl İstanbul yolunda seyahat etmek çok keyif verirdi bana. Hemen her sene Temmuz aylarında babam izine gelirdi. Biz de havaalanına babamı karşılamaya giderdik. Gebze’den sonra her 10km boyunca Kadıköy, Harem, Üsküdar tabelalarını okurdum. Işıl ışıl yollarda ceylan gibi süzülür, gecenin karanlığını yaran elektrik direklerini seyrederdim. Hele o Boğaziçi Köprüsü yok mu? Aman Allah’ım inci gerdan gibiydi. Karşıya geçerken heyecan başka bir artar, olmazsa olmaz sol tarafta Kız Kulesi’ni görebilmekti. Kralın birisi kızını korumak için denizin ortasına yapmış ama yine de koruyamamış, üzüm sandığına saklanan yılan kızını zehirleyerek öldürmüş, diye anlatırlardı. Boğazdan sonra Levent sapağının ilerisinde Mecidiyeköy ayrı bir atmosferdi, solda Ali Sami Yen Stadyumu, sağda yüksek yüksek binalar bana merhaba diyordu. Yeşilköy Havaalanının geniş otoparkından sonra bir an önce kendimi Dış Hatlar Gelen Bölümüne atar, etrafı izlemeye başlardım. Turistler çok ilgimi çekerdi. Nasıl çekmesin beyaz beyaz sarışın kadınlar, neredeyse yarı çıplak ve yine aynı model erkekler. Amerikan filmlerinde görebildiğim tipleri burada canlı canlı görüyordum.
Gecenin ilerleyen vakitlerinde Berlin uçağının inişini ekranlardan takip eder ve babamın otomatik kapıdan çıkış anını izlerdim. Kolay değil tam bir sene önce Alamanya’ya ağlayarak yolculadığım babam geliyordu. Babam 1971 senesinde evlenmiş ve ben doğmadan iki sene önce yeni evliyken tek başına gurbete gitmişti. Özellikle 66 Varto depremi sonrası bizim memleketten gurbete onay çıkmış ve işini ayarlayan kendisini atmıştı yaban ellere. Babam da anca kendisini götürebilmiş ve yaklaşık 18 yıl bu yollu gözlemiştik.
Aklım ermeye başlayınca Almanya, gurbet yolu beni ve anamı çok yaralıyordu. Yıllarımız yalnızlık içinde, daha sonra kardeşim Selim ile renklenmeye başladı. Babam hiçbir doğumumuzda yanımızda olamamış kendisi de gurbet ellerde yalnızlık içinde sıkıntılar çekmişti. Her yaz bir ay izine gelerek bize bayram yaşatırdı. Geldiği ilk akşam bavullar açılır hediyeler takdim edilirdi. Gıcır gıcır elbiseler, altı kauçuk ayakkabılar, renk renk kalem, defter ve kırtasiye malzemeleri olmazsa olmazımdı.
Yeni elbiselerimi giyer sokağa çıkardım. Beklerdim çocuklar yanıma gelsin ve “ooo ne güzel elbisen var” desin… İki üç gün çok titiz davranırdım kıyafetlerime ama çocukluk işte sonra vur patlasın…
Babam iyi sigara içerdi. Malboro sigarası kırmızı kırmızı pek hoş görünürdü bana. Hele babamın harika içme tekniğine bayılırdım. Sigara içen amcamın çocukları sabahları anamdan günlük sigara payını almaya gelirdi. Babam “çocukların sigarasını verrr” diye tembih ederdi anama.
Liseyi bitirene kadar kırtasiye malzemelerim hep Alaman işiydi. Kalem kutularım deri, sulu boyalarım inanılmaz renkliydi, kuru boyalar gökkuşağına nispet eder gibiydi. Ama ben sevmezdim resim yapmayı. Arkadaşım Mehmet Şen 6’lı boya takımıyla harika çizimler yapardı. Ben 48’li ile rastgele boyamalar… Dolma kalemlerime öğretmenlerim hasta olurdu. Parker Quink marka ve tüplü dolan olağanüstü kalemlerim…
Tüm bu güzellikler olmasaydı, elbiselerim, oyuncaklarım ve okul gereçlerim yerine babam yanımızda kalsaydı. Biz de gidecek kaygısı yaşamadan her sabah kahvaltı yapsaydık, soğuk kış geceleri sobamızın başında çay içseydik, kardeşlerim Selim ve Sultan’ın doğdukları gün babam da olaydı. En ufak kardeşim Sara şanslıydı çünkü yaşamadı bu gurbetliği.
Bir yılbaşı nasıl olduysa iki hafta ara tatile gelmişti babam, aman Allah’ım bu ne güzel bir sürprizdi bize. Yılbaşı programını babamla izleyebilmiştik. Düşünüyorum da babamla biz pikniğe hiç gitmemişiz veya yüzmeye, sinemaya, çarşıya…
Babamı havaalından alıp Derince’ye doğru hızla yol alıyorduk. Genelde şoför olarak Niyazi abim olurdu ve korna basarak sokağımıza girerdi. Anamdan müjdesini her gün alırdı. Önce bir karton sigara ve her sabah bir tek malboro sigarası. Evimizde bayram havası olurdu, anam erken kalkmış sofrayı hazırlamış ve gözaydınına gelenleri ağırlardı. Bu bayram havası son haftaya kadar sürerdi. Yıl boyu mahzun olan bendenizin ayakları yere basmazdı sevinçten. Eee kolay mı benim de babam vardı artık. Ne zamana kadar? Ayrılık vakti gelene kadar efenim. İlk gün gelen o bavullar son gün bana mezar gibi gelirdi. Kahverengi bavulun içine cenin vaziyetinde girer “n’olur baba beni de götür, kim görebilir beni bu bavulda?” diye yalvarırdım. Sevinç gözyaşlarıyla açılan bavul, hüzün gözyaşlarıyla kapanırdı. Babam harika bavul yerleştirir bu arada, o kadar eşya nasıl sığardı o bavula hayret eder, hayranlıkla izlerdim…
Ayrılık vakti yaklaştıkça ölür ölür biterdim. Evin önünden ayrılan araba, az ilerde Kerim abilerin oradaki demir direkten sola aşağı dönünce ben başlardım iki göz iki çeşme ağlamaya. Ev halkı kendince mahrem yerinde ağlaşırdık. Bu hüzün hali evimizde bir hafta kadar sürer ve “olsun şunun şurasında 11 ay sonra tekrar gelecek babam” diyerek kendimizi teselli ederdik.
Babam ve anamla halen o günleri konuşurken efkarlanırız. “Gerek var mıydı” diye sorgularız bazen biz bize. “İyi ki sizleri götürmemişiz” der babam. Çok haklı, eğer bizler gitseydik dört kardeş şimdi gurbet ellerde olurduk. Babamlar burada torun hasreti çekeceklerdi belki de. Anam ve babam 18 yıl boyunca ben de dolu dolu 10-12 boyunca yaşadığımız bu kara gurbet bir kötü hatıra olarak kaldı belleklerde. Babam halen unutamıyor Berlin’i. Turist olarak gitmek istiyor. Allah nasip etse de babamla bir Berlin seyahati yapsam…
YAVUZ ŞİMŞEK